23 Mayıs 2012 Çarşamba

We Need to Talk About Kevin

Zaman darlığından yada zamanı iyi organize edememekten yada kızımla birlikteyken çok fazla imkan bulamamaktan mıdır bilmem filmler konusunda çok gerilerde kaldım ve açıkçası arayı kapatabileceğimi de düşünmüyorum artık... Cannes Film Festivali açılışında kırmızı halıda gördüğüm, aralarında Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray ve Tilda Swinton'un da bulunduğu ekibi izlerken bahsedildi bol ödüllü We Need to Talk About Kevin filminden ve dün her nasılsa aklıma gelir gelmez izleyeyim dedim. Adından anlamamıştım bu denli dramatik olduğunu ve vurucu bir etki yapacağını...

Film, mutlu bir çiftin yaşamlarının bir erkek çocukları olduktan sonra nasıl çarpıcı bir değişim gösterdiğini ve trajik şekilde sonlandığını anlatıyor. Aslında bu değişimler çoğunlukla Eva (Tilda Swinton) yani annenin hayatında gerçekleşiyor. Psikolojisinin gitgide çökmesi fakat yine de özdisipline ve denetime sahip oluşu sebebiyle  mücadeleyi elden bırakmayarak ayakta kalışını izliyoruz film boyunca. Kevin değişik bir çocuk. Sanki doğduğu andan itibaren annesini hiç sevmiyor veya onu en büyük rakibi olarak görüyor... Yada... Annesine hastalık derecesinde bağlı ve bu ona zarar vermesine sebep oluyor sürekli. Soğuk kanlılıkla annesini şiddetli bir şekilde üzmesinin ve sonunda babasını, "normal" olan kızkardeşini ve okulundaki pek çok arkadaşını okla vurarak öldürmesinin ve sonunda müebbet bir mahkumiyetle hapse girmesinin başka ne gibi bir açıklaması olabilir bilemiyorum. Eva aşık olduğu kocasını, kızını ve yaşam güvenliğini -Kevin'ın öldürdüğü gençlerin aileleri tarafından her türlü şiddete maruz kalarak- ve nihayetinde oğlunu kaybediyor... Fakat film boyunca kadının bir defa dahi ağladığını görmedim. Ne kadar farklıyız, güçlü olma anlayışlarımız mı farklı olan...

Tavsiye ediyorum. İzleyin. Ama sağlam bir psikolojiye sahip olduğunuz bir anınızda:)


Annesinin küçük canavarı... Kevin...

Selamlar...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Gidiyorsun, gidiyorum...

Gidiyorsun,
Beni bana bırakıp,
Ayrılığa katlanıp

Biliyorum
Sen de benim gibi
Ayrılığa katlanıp

Artık derin bir sızıdır
Bize bizden kalan
İçimizde saklanan

Artık bir ömür boyudur
Seni bana çağıran
Kalbimin kuytusundan

Gece yarıları
Sokak lambaları
Penceremde
Meraklı rüzgar

Okul Çocukları
Pürtelaş insanlar
Hiç birşey olmamış gibi

Oysa içimden kopan bir sen değilsin
Umutlarım, anılarım, inançlarım var
Kendine gülümseyen bir halim olsa da
İçin için akan gözyaşlarım var...

Bu muhteşem şarkıyı ilk dinlediğimde, hayatımı sonsuza dek paylaşmak istediğim insan benden uzakta, başka bir şehirde okuduğundan, o anda yola çıkmış bulunmaktaydı. Şarkı birden başladı, bense inanamayarak, artık bu ayrılıklara dayanamaz bir şekilde ağlamaya ve yazmaya başladım. Ayrılıklar sürdü, sürdü, daha kesin hallere de büründü daha kaprisli hallere de... Gün geldi. Bitti sandık, artık beraberiz sandık, aynı evi, aynı hayatı, aynı kaderi paylaşmaya talip iki insan olarak bu ayrılıklara bir son verdik. Verdiğimizi sandık. Sonra.. yavaş yavaş ve sinsice, önce fikirlerimiz ayrıldı, sonra özlemlerimiz, heyecanlarımız, paylaşımlarımız, yollarımız, istikametimiz ve sonunda bazı zamanlar yataklarımız, evlerimiz, bedenlerimiz kısacası.

Şimdi, şu anda, bu şarkıyı dinlediğimde, gidenin kendim olduğunu farkediyorum. Ben çoktan gitmişim. Gitmeye başladığım anı ve noktayı hatırlamıyorum. İpin ucu kaçmış çoktan bende değil.

Mutsuzluk önemli değil, huzur yeter derdim. Hayat sürekli öğretiyor öyle değil mi? Kendinden vazgeçmek öyle kolay birşey değilmiş. Gün gelip vazgeçtiği "kendisi" lanet gibi üzerine çörekleniyormuş insanın. Her yerde karşısına çıkıyormuş boğazladığı maktul misali. Mutluluk yabana atılası birşey değilmiş.

Uzun zamandır yaşadığım iç sıkıntısının mutszuluk olduğunu şu sıralar anlamaya başladım. Geç anlarım ben. Özellikle kendimi.

Gidiyorum,
Beni benimle götürüyorum,
Ayrılığa katlanıp...

Çünkü kendimle yaşadığım ayrılık çok daha zormuş...

Şarkıyı dinlemek için:
http://www.facebook.com/video/video.php?v=148224375207773

13 Mart 2012 Salı

Göç Suç Değildir!

Herkes mutlaka bir akşam haberi dinlemiştir mültecilerle ilgili: Falan yerde filanca sayıda insan taşıyan minicik bot filan açıklarında batırıldı/battı. Kurtulan olmadı. Yunanistan özellikle büyük bir insanlık suçu işliyordu açıklarındaki botları batırarak ve onlarca umut taşıyan yüreği soğuk sulara gömerek. Noldu sanki öyle de iflas etti böyle de, birkaç boğazı daha doyursaydı belki hayra geçerdi de bu felaketleri yaşamazlardı!!
Türkiye bu konuda oldukça hassas. İnsanlara olabildiğince özgürlük tanımaya çalışıyor, yasalar/BM yasaları elverdiğince. Özellikle de gençlerin eğitimi ve çalışmalarıyla ilgili teşvik edici bir politika yürütüyor. İstanbul'da eskiden sokak çocuklarının yurdu olup, mültecilerin sayıları gitgide artmaya başlayınca, farklı olanı kabullenmemekten, anlaşamamaktan, birbirine yabancı olmaktan doğan nahoş olayların yaşanmasının ardından Kadıköy Yeldeğirmeni'ndeki yurt mülteci gençlere vakfedildi. Sokak çocukları varken, gönüllü olarak birkaç kez gitmiştim yurda. Uzunca bir zamandan sonra tekrar ziyaret ettiğimde, bahçede futbol oynayan siyah gençler epey şaşırtmıştı beni. Merkezin müdürüyle görüştüğümde ortaya her zamanki gibi iç açıcı bir manzara çıkmadı. Her gün onlarca mülteci geliyor merkeze. Daha doğrusu kaçak. Mülteci sıfatı alması da zaman alıyor, mülteci olarak kabul edilecek ülkenin belirlenmesi de, o ülkeye gidişleri de... BM ile alakalı bir durum bu. Kendilerine hayat kurmaları zaman alıyor açıkçası. Bu yıllar sürebiliyor. Yıllarca, bekleyiş içinde, ha bugün ha yarın sonuç çıktı diyerek, kavurucu bir belirsizlik içinde, aynı kaderi paylaşan hiç tanımadıkları kardeşleriyle yaşıyorlar, direniyorlar, sabrediyorlar yada yine kaçıyorlar... Yaşı uygun olanlara hızlandırılmış bir şekilde ilköğretim eğitimi veriliyor ve ortaokuldan devam etme olanağı sağlanıyor eğitimlerine. Yeldeğirmeni'nde her türlü aktivite yapılıyor misafirlerin yeteneklerine uygun düşen. Afrikanların dans ve yerel enstrüman çalma yetenekleri gayet yüksek olduğundan mutlaka gruplar kuruluyor, gösteriler düzenleniyor. Ve sporu es geçmemeli... Futbol özellikle çok rağbet görüyor ve gençler destekleniyor, turnuvalar düzenleniyor.
Yaşça daha büyük olanlar Kumkapı "Misafirhanesi"nde kapı dışarı çıkmanın yasak olduğu, depresyonun, kavga - kargaşanın had safhada olduğu fiziksel ve zihinsel anlamda oldukça dar bir yapıda ikamet ettiriliyor. Dar diyorum çünkü her gün en az on mülteci geliyor buraya.
Türkiye elinden gelen desteği yüksek insani değerlerle yapmaya çalışıyor. Bu bir gerçek. Ama ne olursa olsun tüm dünyada, acımasız insan tacirlerinin ellerinde, dolandırılarak, hayatları tehlikeye atılarak, kimi zaman yalın ayak sınırları, dağları, nehirleri ateş altında kilometrelerce yürüyerek, kimi zaman daracık kamyon konteynırlarda nefes almadan sınır kontrollerini geçmeye çalışarak, kimi zaman küçücük botlara haddinden fazla sayıda sıkışıp sadece canlı bir şekilde kıyıya ulaşmayı dileyerek, öyle zor öyle çetin yollardan engelleri aşıyorlar... umutla... Ülkelerini yoksullaştırarak zenginleşen ülkelere, biraz olsun para kazanabilmek, ailelerini ve kendilerini geçindirebilmek için kölelik etmeyi kabullenen bu insanlara dünya bir yaşam borçlu...

Çeşitli yazılar için lütfen zaman ayırıp bakınız:
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1254649

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1139735&title=denizdeki-multeciler&haberSayfa=0

http://www.sivilmedya.com/multeciler-991yy.htm


26 Şubat 2012 Pazar

Masumiyet 2 ve Kader'le ilgili...

Masumiyet filmi üzerine bir kez daha yazmam gerektiğini fark edeli beri içim kıpır kıpır ve endişeli. Hem heyecanlanıyorum hem de filmle ilgili aklımdakileri hakkıyla kullanamamaktan endişe duyuyorum. Mesela Uğur karakteri... Bekir ve Uğur karakterleriyle ilgili Haluk Bilginer ve Derya Alabora'nın söyleşilerini izledim. Derya Alabora'nın Uğur ile ilgili söylediği harika bir şey vardı: Uğur bu kadar kararlı olmasa, kimse onu peşisıra takip etmezdi, ne Bekir ne Yusuf... Film bunun üzerine kurulmuş hatta filmler. Kader'i de tekrar izleyince herşey yerine öyle güzel oturdu ki... Demirkubuz gerçek bir usta. Uğur kimseye gel demiyor, kimseden yardım istemiyor. Sadece Zagor'un peşinden gidiyor da gidiyor. Kayıp bence. Yani bir yerden sonra bu takip etme, yer değiştirme, hayat kuramama... gençken katlanılır ama daha da yaşlanınca sanırım artık arkadaki sebebin ortadan kalktığı salt bir amaca dönüşüyor. Zagor'a aşık mı hala yani Uğur? Zagor Uğur'un hayatını, ailesini herşeyini  elinden alıyor bir anlamda, mahvediyor kadını. Ama o ısrarla gidiyor.

Bekir'in dönüşümü çok gerçekçi. Zaten yaşlanmış Bekir (Haluk Bilginer) anlatıyor ünlü tiradında. Bekir sakin, sessiz, kendi halinde, temiz bir gençken Uğur'la birlikte muazzam bir dönüşüm gerçekleştiriyor. Hiç abartı yok. İnsanlar ne şekillerden ne şekillere giriyorlar bu dünyada. Uğur'un ailesindeki değişimler zaten tahmin edildiği yönde gerçekleşiyor. Yusuf'a bakıldığında onunki de Bekir'in değişimine benziyor aslında. Yani Uğur'un dokunduğu herkes bir anda onun doğuştan satıcısı kimliğine bürünüyor! Ama Uğur'daki dönüşümü göremedim ben. Değişiyor evet, ama karakterinde bir dönüşüm gerçekleşmiyor. Gençken de Zagor vardı onun için, mahallede adı çıkmıştı; yolluydu. İlerleyen yaşlarında da bu değişmedi... Sadece yaşam tarzını işe dönüştürdü, para kazanmaya başladı, Zagor için kendinden geçti. Çocuğunun olması bir şey değiştirmedi de ifade de etmedi onun için. Zaten sonunda da ölüp gittiler. Uğur sadece yaşlandı, yoruldu ama karakteri hep aynı kaldı. Ben farkedemedim en azından dönüştüyse de...

Söyleşilerin linklerini paylaşmak istiyorum. Ve izlediğim en güzel filmlerdendi ikisi de... Emeğine sağlık Demirkubuz:)

Efsane tirad: http://www.youtube.com/watch?v=mXDac_BHkE0


http://www.youtube.com/watch?v=vugK_5j-1oA&feature=related


http://www.youtube.com/watch?v=L7IsESf08BU&feature=related

Selamlar...

16 Şubat 2012 Perşembe

Bekleme Odası'na hoşgeldiniz...




Karakterleri güzel çizilmiş bir Demirkubuz filmi daha: Bekleme Odası...

Birkaç mekanda, birkaç kişi arasında, birkaç diyalogla geçen bir film. Ama akıcı, dinamik bir yapıya sahip yanısıra. Yani NBC filmlerinin sıkıntılı bekleyişi yok filmde. Tabi kara çalmak istemem NBC filmlerine nihayetinde o kadar ödülü boşuna almıyor...da işte bana daral geliyor bazılarında... 


Ahmet, yönetmen, Zeki abimiz oynamış, çok da güzel olmuş. 
Serap sevgilisi. Kadınla sinir bozucu bir biçimde ayrılıyorlar. O sahnede gıcık oluyorum Ahmet'e. Sonra Elif - asistanı- yok oluyor ortadan, Kerem -Elif'in 4 yıllık sevgilisi, düzgün, duyarlı, akıllı, sevgi dolu bir çocuk- ve Ahmet'in Elif ve yaşamsal ilişkiler üzerine geçen ufak bir sohbeti. Ahmet çok demokratik, çok saygılı, kendisini neyin kıracağını, neyin sarsacağını ve neyi hiç bir şekilde önemsemeyeceğini iyi biliyor. 


Kerem-Ahmet sohbetinden ikisi ile ilgili kayda değer ipuçları alıyoruz. Elif çıkıp geliyor Ahmet'in kapısına doğru, Kerem'in aslında çok iyi tahmin ettiği gibi. Ahmet Elif'le bir şeyleri deniyor. İstiyor yani çok aşikar. Ama Kerem var Elif'te bir yerlerde. 


Ahmet sorgulamıyor, kıskanmıyor, yani ben Ahmet'i o kısa ilişkide çözümledim. Çok saygı duydum, anlam verdim hareketSİZliğine. 


Elif tabi her kadın ve aslında adam gibi sorgulanmak, kıskanılmak, kendisinden beklentiye girilmesini, kendisine "dur"/ "gitme" denmesini istiyor. Hepimiz istiyoruz bunu her daim her türlü ilişkimizde. Yani evcil hayvanımızdan bile beklentimiz bu. 


Gözleri ağlamaktan şişmiş insana menemen yer misin diye de sorulmaz ki ya! 
                                                                                                                  (Elif) 


Elif gidiyor hem de bir gece önce Ahmet'ten hiç beklenmeyecek bir vazgeçirme çalışmasını yaşamış olmasına rağmen. Elif de anlıyor benim gibi Ahmet'i. Kerem'e dönüyor. Yapamaz çünkü, sürdüremez böyle bir ilişkiyi. Ama Ahmet'in aslında bağıra çağıra söylediği şu ki: 
"Beklentiye girmek zarar verir. Soru sorma, hiç birşey umma, akıntıya kulaç atma..."
Bu Ahmet'in ilişkilere karşı olduğu anlamına gelmiyor tabi... Film Ahmet'in evindeki 3. gördüğümüz kadın olan Sanem'le bitiyor. 


"Başkalarıyla mutlu olan kadınlar bana kendimi hep kötü hissettirmiştir"
                                                                                                                                               (Ahmet)


Bu da benden olsun:


"Umma ki küsmeyesin."





15 Şubat 2012 Çarşamba

Beş Şehir ve Masumiyet üzerine ufak tefek birşeyler...



 Sonunda Masumiyet filmini izledim. 1997 yapımı bir Zeki Demirkubuz filmi. Bu aralar sevdiğim yönetmenlerin filmlerini arşivlemek istiyorum aslında Demirkubuz'la başlayabilirim programıma. Kader ve Kıskanmak'tı yönetmenin izlediğim filmleri. Aslında filmle ilgili ayrıntılı olarak yazmak istiyorum ama şimdilik sadece filmin bende bıraktığı etkiden bahsetmek niyetindeyim. Tam anlamıyla çöküntü. Doğum yaptığımdan beri bu tür iç paralayıcı filmler izlememeye azami özen gösteriyorum ama bu denli ağıt dram olduğunu bilmeden başladım ve bırakamadım da. Ha evet Babam ve Oğlum gibi değil yani iç paralayıcı derken ağlamaktan içim çıkmadı. Sadece anlatılan hikayenin ne denli gerçek olduğunu bilmekti içimi ezen. Hayır hayır gerçek bir hikayeden yola çıkılmış değil. Ve evet evet gerçek sayısız yaşamla vücut bulmuş bir film. Yürüdüğümüz tertemiz caddelerin, geçtiğimiz güzel mağazalı, keyifli, parlak insan topluluklarının boy gösterdiği mahallelerin arka sokaklarında vuk'u bulan sayısız yaşamlar... Neyse benim istediği  kadar içim ezile dursun, kuşaklarca aktarılan veya yeni yaratılan trajediler hep varolacak ve ben de pek çoğumuz gibi "ay içim karardı değiştir şu kanalı" / "Aman aman bizden uzak olsun" gibi güzide cümleleri kullanarak unutacağım hemen herşeyi.
http://youtu.be/vugK_5j-1oA


Vee Beş Şehir... Sanki ben dramlardan kaçarken onlar da sürekli iz üstünde beni kovalıyorlar gibi... Onur Ünlü/Eyüp Boz adını göründe hiç duymadığım ve bu yüzden esef duyduğum filmi hemen izlemeye koyuldum. Ardarda çok güzel denk geldi:)) Beş kişi, beş apayrı hayat, kesişmeler, içiçe geçmeler, düğüm olmalar vee mutsuz son... Hastalıklı, son derece arıza beş kişi... Ee hal böyleyken iki yanlış bir doğruyu götürmüyor beş yanlış herşeyi alıp götürüyor.





Sıradaki filmim Bekleme Odası olsun...

Görüşürüz...

Tekrar hoşgeldim:))

20 Nisan 2010 Salı

Katliama doymayan dünya


Fok katliamı kotasını bu yıl 50 bin artırdılar!!!
İnsanın elinde herşey bir meta! Kendi cinsi de dahil. İnsan derisinden çantalar, cüzdanlar, ceketler moda olsa ilk önce katledilecekleri nasıl sınıflandırırlar acaba?! Kafasına odunla vura vura, acıdan deliye döndürerek, öbek öbek meydana gelen kan göllerini birleştirip geniş bir alana yayarak bembeyaz buzlaşmış karı kanla besleyip, arkasına da devlet desteği alıp (burası en güzel kısmı: devlet destekli insan katliamı, hiç yabancı gelmiyor, değil mi?) fotoğraflarını da yayınlara bastırıp marifeti belgelemek övgüye değer bir faaliyet olurdu. Oluyor da. İnsanlara değil ama foklara, penguenlere, yumurtlama dönemindeki çupralara, lüferlere yapılanlar bunlar işte. Kimse kızmasın, bozulmasın, ha insanlara yapılmış ha hayvanlara yapılmış bu muamele hiç farkı yok. Kaldı ki ciddi ciddi dünya tarihi çeşit çeşit insan katliamları görmedi mi ve hala da devam etmiyor mu cinayetler!
Kanada Hükümeti fok sayısındaki artıştan dolayı (?) 50 bin daha fazla fok öldürebilirlik izni vermiş bu sene. Pardon da sen kimsin? Sen bu izni neye binaen verebiliyorsun? Kanada'dan ışık hızıyla Türkiye'ye geçiyoruz. Oralarda olur da böyle saçmalıklar bizde olmaz mı hiç, ne münasebet!! Lüferlerin yumurtlama dönemi olan şu tarihlerde avlanma yasağı başlıyorken sevgili Tarımdan sorumlu devlet eframız av mevsimini 15 Hazirana kadar uzatıyor. daha çok avlanın, yok edin yeni lüfer neslini, yumurtalara ölüüüüümmmmm!!! Vee ikinci iyi niyetli özgürlük (özgürlüğümüze çok bağlıyız cidden devletçenek! Halktan neden esirgeyelim canım!!) yumurtaları hacamat eden yasaklanması planlanan "gırgır" tipi teknelerin ava çıkmasına izin verilmiş. Tabi gırgır'ı olanlar napsın di mi suçu ne caanım balıkçımın! Siz köleler neye kime hizmet ediyorsunuz? Bu para denen metanın sonu gelecek bir gün, o zaman ne yapacaksınız? Yok kişiliğinizde varsa bu tip bir zalim cahillik, umalım ki nesillere aktarılmasın... Sizlerden nesil türemesin. SOYUNUZ KURUSUN.